Cinsellik, insanların en özel ve kişisel alanlarından biridir. Her bireyin farklı tercihleri veya fantazileri olabilir. Bu durumlar, çoğu zaman normal bir cinsel yaşamın parçaları olarak görülse de, bu isteklerin kendimizi veya başkalarını olumsuz bir şekilde etkilediği durumlarda anormal olarak değerlendirilir. Geçmişte cinsel konular daha çok sapkınlıklar üzerinden araştırılmaktayken, 1960’lı yıllardan itibaren cinsellik üzerine daha fazla bilimsel çalışma yapılmaya başlanmıştır. Cinsellik, genellikle yakın bir ilişki içerisinde gerçekleşir ve çoğu zaman bu tür bir yakınlık ve bağ kurar. Cinsellik, insanların özlerinin bir parçasını şekillendirebilir; partnerimizi tatmin etme isteği mi, yoksa cinsel deneyimlerin doyumu mu daha ön plandadır? Cinsel işlev bozuklukları yaşandığında ise, bu durum ilişkilerde ve bireylerin özgüvenlerinde ciddi sorunlara yol açabilir.
Cinsel işlev bozuklukları, cinsel uyarılma, istek ve orgazm olabilme yetisinin sürekli olarak kesintiye uğraması veya cinsel ilişki esnasında ağrı hissedilmesi şeklinde tanımlanabilir.
DSM-5, cinsel işlev bozukluklarını üç ana kategoriye ayırmaktadır:
Erkekler ve kadınlar için ayrı tanılamalar mevcut olup, her birinde tanı kriterleri, işlev bozukluğunun kalıcı ve tekrarlı olduğunu, bunun yanı sıra klinik açıdan stres ve işlevsel sorunlar yarattığını ifade etmektedir. Eğer cinsel işlev bozukluğunun tıbbi bir rahatsızlıktan kaynaklandığı tespit edilirse, örneğin ileri düzey şeker hastalığının neden olduğu sertleşme problemi veya majör depresyon gibi bir psikolojik sebep söz konusu olduğunda cinsel işlev bozukluğu tanısı konmamaktadır. DSM-4-TR ve DSM-5’teki cinsel işlev bozukluklarına dair tanı kriterleri benzerlik göstermektedir.
Cinsel işlev bozukluğu yaşayan bireylerin, cinsel işlev bozukluğu gibi kişisel bir konudaki problemlerini herkese açık anketlerde ifade etmeyecekleri düşünülse de, birçok kişi bu belirtileri bildirmektedir. Ara sıra görülen cinsel işlev bozukluklarının yaygınlığı oldukça yüksektir. 20.000’den fazla kadın ve erkeğin katıldığı bir anketin verilerine göre, kadın katılımcıların son 12 ayda çeşitli cinsel belirtilerden en az ikisini işaretledikleri görülmektedir. Kadınlar (%43), erkeklere (%31) göre daha fazla cinsel bozukluk belirtileri bildirmiştir. Birçok kişi semptomları kabul etse de, semptomlar ve sıkıntı bozukluk yaratmadığı müddetçe klinik tanılama yapılmamaktadır.
William Masters ve Virginia Johnson, cinselliği bilimsel bir bakış açısıyla inceleyen ilk araştırmacılardandır. 1950’li yıllarda çiftlerin cinsel işlev bozuklukları üzerine yaptıkları çalışmalar, cinselliğin salt tıbbi bir perspektiften ele alınmasına öncülük etmiştir. Masters, tavşanlar ve kuyruksuz maymunların üreme alışkanlıkları üzerinde çalışmalar yapıldığını, fakat insanlar üzerinde benzer bir çalışmanın yapılmadığını fark etti. Çalışmalarının sonuçlarını, “Human Sexual Inadequacy” adlı kitaplarında yayımlamışlardır. Bu kitapta, cinsel işlev bozukluklarının nedenine dair iki aşamalı bir model sunmuşlardır: yakın ve uzak nedenler.
Yakın nedenler, performans kaygısı ve seyirci rolünün benimsenmesi gibi iki ana başlık altında toplanabilir. Performans kaygısı, cinsel ilişki sırasında ne kadar başarılı olunduğuna dair kaygıyı ifade ederken; seyirci rolü, cinsel deneyimler sırasında katılımcı olmaktan ziyade gözlemci olmayı ifade eder. Her iki durumda da cinsel performansa odaklanma, doğal cinsel tepkiye engel olabilir. Bunun yanı sıra, cinsel işlev bozukluklarının sosyokültürel etkiler, biyolojik nedenler veya travmalar gibi bir ya da daha fazla tarihsel öncülleri olduğu hipotezi de mevcuttur. Masters ve Johnson’ın çalışmaları, cinsel işlev bozukluklarının risk faktörlerini sistematik bir şekilde incelemek adına önemli bir zemin oluşturmuştur.
Cinsel işlev bozukluklarının yaygınlığı oldukça yüksektir. 20.000’den fazla kadın ve erkeğin katılımıyla yapılan bir anketin sonuçlarına göre, kadın katılımcıların son 12 ayda çeşitli cinsel belirtilerden en az ikisini bildirdiği gözlemlenmiştir. Kadınların %43’ü, erkeklerin ise %31’i cinsel bozukluk belirtileri bildirmiştir. Birçok kişi semptomları kabul etse de, semptomlar bozukluk yaratmadığı sürece klinik tanı konulmamaktadır. DSM-5, cinsel işlev bozukluklarını tanımlarken, her bir cinsel bozukluk için süre kriteri eklenmiştir. Bu bağlamda, cinsel döngüdeki evrelerin tanımlanması ve gerçek hayatta problemler daha karmaşık bir hale gelebilmektedir.
Psikanaliz, cinsel korkular ve bilinçdışı saplantılar konusunda önemli gelişmeler kaydetmiştir. Ancak cinsel işlev bozukluklarının tedavisinde yeterince etkili olamamıştır. Cinsel işlev bozuklukları tedavisinde bilişsel davranışçı yaklaşımlar tercih edilebilir. Masters ve Johnson, cinsel işlev bozuklukları terapisi üzerine yaptıkları çalışmalarında, çiftlerin cinsel geçmişlerini, değerlerini ve kaygılarını değerlendirmişlerdir. Terapinin temel prensibi, cinsel yetersizlik örneği görüldüğünde, sorumlu olmayan partnerin olmadığına inanmaktır. Danışanlar, cinsel performansa odaklanmak yerine, cinselliğin duygusal yönlerine odaklanmaya teşvik edilmiştir.
Hastaların cinsel yaşamlarının değerlendirilmesi, hekimliğin her dalında olduğu gibi cinsel işlev bozuklukları tedavisinde de büyük önem taşımaktadır. Cinsel problemler, fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklardan kaynaklanabileceği gibi, tedavi sürecinde kullanılan ilaçların yan etkilerinden de kaynaklanabilir. Hekim, hastaların cinsel yaşamları hakkında bilgi almak üzere açık ve anlaşılır bir dil kullanmalı, hastaların mahremiyetine saygı göstermelidir. Cinsel öykü alırken, hastaların yaşadığı güçlükleri anlamak ve gerekli değerlendirmeleri yapmak için dikkatli bir yaklaşım sergilemek gerekir.
Hekim, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ve cinsiyet rolü gibi kavramları iyi anlamalı ve bu konularda saygılı bir tutum sergilemelidir. Cinsiyet kimliği bireyin kendi bedenini bir cinsiyet olarak kabul etmesi iken, cinsel yönelim ise kişinin cinsel duygularını bir nesneye çekimidir. Bu yaklaşım, hastaların cinsel yaşamlarını etkileyen sosyal ve kültürel faktörlerin de göz önünde bulundurulmasını gerektirir. Hekim, cinsel işlev bozukluklarının arkasında yatan biyo-psikososyal etmenleri değerlendirerek, danışanlarının sağlık durumunu bütüncül bir şekilde ele almalıdır.
GÜNDEM
10 gün önceEKONOMİ
10 gün önceGENEL
10 gün önceGENEL
10 gün önceGÜNDEM
11 gün önceSPOR
11 gün önceGÜNDEM
11 gün önce